26 Mart 2020

Kurtuluş Savaşı

I. ve II. İnönü Savaşları

 
 
    I. İnönü Savaşı: 
6 Ocak 1921 tarihinde iki taraftan saldırıya geçen Yunan ordularıyla İnönü mevzilerinde savunmada olan Türk kuvvetleri arasında yapılan savaştır. 6 Ocak 1921 tarihine kadar Uşak ve Bursa bölgelerinde hazırlıklarını tamamlayan Yunan kuvvetleri, batı cephesindeki Türk birliklerinin Çerkez Ethem isyanını bastırmak için onun kuvvetleriyle çatışmasından da faydalanarak Eskişehir istikametinde taarruza geçmeye başladılar. 9 Ocak 1921’e kadar örtme ve emniyet kuvvetleri harekâtı şeklinde geçen çatışmaların ardından, İnönü mevzilerindeki muharebeler 10 Ocak 1921’de başladı ve bir gün sonra, Yunan kuvvetlerinin savaştan önceki hatlarına çekilmeleriyle son bulmuştur.
     15 Mayıs 1919'da İzmir'i işgal eden Yunan kuvvetleri, ileri harekâta devam ederek Milne Hattı olarak da ifade edilen Ayvalık, Soma, Akhisar, Aydın sınırlarına kadar ulaştılar. 22 Haziran 1920'de iki koldan tekrar ileri harekâta geçen Yunan kuvvetleri, Kuzey Grubunun da desteğiyle Balıkesir ve Bursa’yı da işgal etti. Afyon yönünde ilerlemeye devam eden Yunan ordusunun Güney Grubu ise, 29 Ağustos 1920'da Uşak’ı işgal etti. Yaşanan tüm bu gelişmelerin ardından Yunanistan’da yapılan seçimlerle kurulan hükümet, İtilaf Devletleri’nin güvenini kazanmak için Anadolu’da kalıcı bir askeri başarı elde etmenin gerekli olduğunu düşünmeye başladı. Yunanistan kralı Konstantin de Yunan meclisinin açılışında yaptığı konuşmayla, savaşa devam edeceklerini açık bir şekilde dile getirmişti. Yunan Hükümeti, savaş için zorlanıyordu. Batı Anadolu’daki Türk kuvvetlerinin, 1920 yılı sonlarına gelindiğinde, Çerkez Ethem’in başlattığı ayaklanmalar ile uğraşıyor durumda olması, Yunan Hükümetine ve Yunan kuvvetlerine bu siyasi zorlama için uygun bir askeri ortam sağlamaktaydı. Gerçekten de Türk kuvvetlerinin önemli bir bölümü Çerkez Ethem’in kuvvetleri ile mücadele etmekteyken cephe hattında büyük ölçüde örtme kuvvetleri bulunmaktaydı.
     İngilizlerin işgali altındaki İstanbul’da bulunan Yunan Askeri Heyeti, Batı Anadolu’da gözle görülür bir askeri hareketlilik olduğunu, Yunan Genelkurmayı’na rapor etmekteydi. Bu yüzden, Yunan kuvvetlerinin bir an önce Türk kuvvetleri üzerine harekete geçmesi gerekli görülmeye başlandı. Böylece I. İnönü Savaşı başlamış oldu. Türk kuvveleri, I. İnönü Savaşı boyunca sürekli geri çekilmiş de olsa, Yunan ordularının Eskişehir yönündeki ilerlemelerini durdurmuş oldukları için I. İnönü Savaşı’na kesin bir zafer olarak bakılmaktadır. Yunan tarafı ise, yapılan harekâtın zaten belirli hedefleri olduğu ve belirlenen hedeflere ulaşıldığı gerekçesiyle savaşın kaybedildiği fikrini reddetmekteydiler.
     I. İnönü Savaşı’nı Türk kuvvetlerinin zaferi olarak nitelendiren çevrelerde ileri sürülen görüşlerin temelinde, Türk tarafının belirli bir miktar malzeme kaybetmesine ve bölgedeki demiryollarının kendileri tarafından yok edilmiş olmasına karşın, hiçbir toprak parçası kaybedilmediği fikri vardır. Yunan kuvvetlerinin I. İnönü Savaşı’nda geri çekilmesinin ise, gerek Türk, gerek dünya ve gerekse de Yunan kamuoyunda, Yunan kuvvetlerinin zaferi olarak algılanmadığı bilinmektedir. Bu algı ise, I. İnönü Savaşı sonrasında, kazanan tarafın, kaybeden tarafa iradesini kabul ettirdiği bir antlaşma bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Zafer olarak nitelendirilen Birinci İnönü Savaşı sonrasında Ankara’da geniş çaplı kutlamalar yapılmıştır.

     I. İnönü Savaşı’nın Sonuçları:

  • TBMM tarafından kurulmuş olunan düzenli ordunun Batı Cephesi'ndeki ilk başarısı I. İnönü Savaşı olmuştur.
  • Türk Hükümetinin Anadolu’daki otoritesi artmıştır. Hükümet, I. İnönü Savaşı’yla güven kazanmıştır. Bunun sonucunda vergi ve askere alma işlemleri belirli bir düzen içinde uygulanabilmiştir.
  • İsmet Paşa, TBMM tarafından, albaylıktan tuğgeneralliğe yükseltilmiştir.
  • Birinci İnönü Zaferi, yeni Türk devletinin uluslararası kamuoyundaki itibarını da arttırmıştır. Bunun bir sonucu olarak Sovyet Rusya ile Moskova Antlaşması imzalanmıştır.
  • İtilaf Devletleri I. İnönü Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan yeni durumu görüşmek üzere Londra Konferansı'nı düzenlemişler ve TBMM'yi de bu konferansa davet etmişlerdir.
  • Afganistan ile bir dostluk antlaşması imzalanmıştır. Bu dostluk antlaşması, TBMM'nin Müslüman bir ülke ile yaptığı ilk antlaşma olması bakımından önemlidir.
  • Birinci İnönü Savaşı’nın ardından yeni Türk devletinin ilk anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye kabul edilmiştir.
     
     II. İnönü Savaşı: 23 Mart 1921'de Yunan hücumuyla başlayan, milli mücadeledeki en kritik savaşlardan biridir. TBMM Hükümetinin geleceği, milli mücadele ruhunun tazelenmesi, İtilaf Devletleri'nin tutumu, vs. birçok açıdan çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. II. İnönü Savaşı aslında Yunanlıların hırsının ve aceleyle durumu lehlerine çevirme arzularının bir sonucudur. Öncesinde yapılan I. İnönü Savaşı'nda istedikleri sonucu alamayan Yunanlılar, anlaşma şartlarının görüşüleceği Londra Konferansı toplanmadan önce eski itibarlarını kazanmak ve Anadolu'da askeri açıdan yeniden güçlü duruma geçmek için 23 Mart 1921'de Afyon ve Eskişehir olmak üzere iki cepheden birden saldırıya geçtiler. Böylece II.İnönü Savaşı başlamış oldu. Resmi kayıtlara göre Yunanlılar 40.000 civarı tüfek, 400'e yakın makineli tüfek, 114 top ve 1200 süvari ile hücuma geçmiştir. Buna karşılık Türk ordusu, II. İnönü Savaşı'nda 24.000 tüfek, 200 civarı makineli tüfek, 4900 süvari ve 150 civarı topla savunmasını yapmıştır.
 

     II. İnönü Savaşı'nın nedenleri:
  • I. İnönü Savaşında istediklerini elde edemeyen Yunanlıların II. İnönü Savaşında zorbalıkla Türk Hükümetine Sevr Antlaşması'nı kabul ettirmek istemeleri
  • Ciddi boyutta güç toplamaya başlayan düzenli Türk ordusunu daha fazla büyümeden yok etmek istemeleri
  • Yunanlıların Avrupa'nın gözünde yeniden itibar sağlamak istemeleri
  • İç Batı Anadolu bölgesini ele geçirerek Yunanlıların cepheleri arasında kesintisiz bir bağlantı ve ulaşım ağı oluşturmak istemeleri
     
     II. İnönü Savaşı'nda Türk ordusunun karargahı Eskişehir'deydi ve ordunun başında Tuğgeneral (Mirliva) İsmet Paşa görevlendirilmişti. Savaşın Eskişehir cephesinde Türk ordusu başarılı olmuş ve Yunanlılar istedikleri sonucu alamamışlardı. Eskişehir'de geri çekilmek zorunda kalan Yunanlılar buna rağmen Afyon cephesinde ilk dört gün epey başarılı olmuşlar ve Ankara Hükümeti için tehlikeli olacak boyutta bölgeler ele geçirmişlerdi. Fakat Afyon cephesindeki Yunan birlikleri de Eskişehir'deki yenilginin haberini alınca tekrar Afyon'un batısına çekilmek zorunda kalmışlar, böylece II. İnönü Savaşı Türk ordusunun başarılı savunmasıyla sonuçlanmıştır. Eskişehir hattında Türk ordusunun başarılı olmasında etkili olan kişi, sonradan bölgeye gelip yetkiyi devralan, Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa olmuştur. Nüfusu ve içinde bulunduğu şartlardan dolayı kendisinden beklenmeyecek bir hücum emri vererek Yunanlıları gafil avlamış, Türk ordusunun süvari çokluğunu avantaja çevirerek Yunanlıların II. İnönü Savaşı'nı ağır kayıplarla kaybetmelerini sağlamıştır. II. İnönü Savaşı'nın Türkiye, Yunanistan, hatta tüm dünyada etkili olacak dönüm noktaları olmuştur.
 

  • O güne kadar Yunanistan'ın arkasında olan İngiltere tutumunu değiştirmeye başlamış, hemen akabinde İtilaf Devletleri savaşta tarafsız olduklarına dair bir bildiri yayınlamışlardır.
  • Fransa, TBMM hükümetini fiilen tanımıştır ve temsilcileriyle görüşmeye başlamıştır.
  • Yunanistan Kocaeli'den de çekilmek zorunda kalmıştır.
  • Kurulması birçok tartışmaya sebep olan düzenli ordu başarısını ve kalitesini kanıtlamış, ülkede bir ordu ve devlet disiplini oluşmuştur.
  • Halkın TBMM Hükümeti ve ordusuna olan güveni artmış, milli mücadele ruhu pekişmiştir.
  • İtalya Anadolu'dan kademeli olarak çekilmeye başlamıştır.
  • İlk defa batılı olmayan bir millet, sömürgeci Avrupa güçlerine karşı mücadelesinde başarılı olarak, diğer sömürge milletlerine de mücadelelerinde ilham kaynağı olmaya başlamıştır.

     Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi 

     23 Ağustos – 12 Eylül 1921 tarihlerinde yapılan, Türk milleti için ölüm kalım savaşı olan Sakarya Meydan Muharebesi; Kurtuluş Savaşı içinde kader tayin edici olmuştur. Bu savaştan önce Yunanlıların başlıca hedefi; Ankara yönünde ilerleyerek, Türk Ordusunu yok etmek ve Kurtuluş Savaşı’nın sembolü ve direniş merkezi haline gelen Ankara’yı ele geçirmekti. Böylece Türk azim ve direnme gücü yok edilmiş olacaktı. Mustafa Kemal Paşa’nın emir ve komutasında, Türk ulusunun kanıyla yapılan ve dünya harp tarihine en uzun meydan muharebesi; Türk Kurtuluş Savaş’ı tarihine de subay muharebesi diye geçen Sakarya Destanı 21 gün 21 gece devam etmiş ve 13 Eylül günü Yunanlıların Sakarya Nehri’nin doğusunu tamamen terk etmesiyle son bulmuştur.
     Başkomutan Mustafa Kemal, Sakarya Meydan Muharebesi sırasında ülke savunmasını şu şekilde ifade etmiştir. ''Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça bırakılamaz. Onun için küçük, büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir; fakat, küçük büyük her birlik durabildiği noktadan yeniden düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona uymaz; bulunduğu mevzide sonuna kadar durmaya ve direnmeye mecburdur.''
     Taarruz inisiyatifinin Türk Ordusu’na geçmesini sağlayan Sakarya Zaferi, TBMM hükümetine siyasi başarı kapılarını aralamış Türk milletinin özgürlüğünü ve vatanını kurtaracağı inancını da kuvvetlendirmiştir. Sakarya Savaşı sonunda; Türk Ordusu’nun 1683 yılındaki II. Viyana Kuşatmasındaki yenilgisinden beri süregelen çekilmesi sona ermiştir. Bu savaş, Türk ordusu’nun son savunma savaşıdır. Düşman 10 Eylül’de karşı taarruzla Afyon-Kütahya hattına kadar atılmıştır.
Savaş Türk ordusunun üstün zaferiyle sonuçlanmıştır.

     Savaşın Sonuçları:
- Ulusal Kurtuluş Savaşının son savunma savaşıdır.
- Düşmanın saldırı gücü tükenmiş, Türk topraklarını ele geçirme istek ve umudu yok olmuş,
savunmaya geçmişlerdir.
- Subaylar savaşı denilen bu savaşa Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak,
Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü Paşa da katılmıştır.
- Mustafa Kemal’e mareşallik rütbesi ve Gazi ünvanı (19 Eylül 1921) verilmiştir.
- Sovyetler Birliği ile Kars, Fransızlarla Ankara Antlaşmaları imzalanmıştır.
- TBMM Anadolu’da kesin egemenlik sağlamıştır.
- TBMM’nin yaşama ve varolma mücadelesindeki en büyük başarısıdır.
 
     Büyük Taarruz: Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan ordularına karşı başlatılan, 26 Ağustos 1922 ile 18 Eylül 1922 tarihleri arasında süren bir bağımsızlık hareketidir. Atatürk tarafından yurt çapında organize edilip, düzenli bir ordu haline getirilen güçler, İşgalci diğer ülkelere karşı etkili bir mücadele sergilemiş ve bu güçler bir şekilde ülkeyi terk etmişlerdir. Fakat işgal ettiği topraklarda bağımsız Rum devleti kurma hayali güden Yunanlılar terk etmemekte ısrar etmiş ve İzmir'i kuracakları devletin başkenti olarak ilan etmişlerdir. Bunun üzerine, Atatürk büyük bir risk alarak orduya Yunanlıların üzerine hareket emri verdi. Eğer Türk ordusu kaybederse Sevr Antlaşması hükümleri gereği Yunanlılar topraklarımıza ebediyen sahip olacaklardı. 
     Yunanlıları Sakarya Savaşı'nda geri kaçırmayı başaran ordunun takip edecek gücü kalmamıştı. 5700'ü şehit olmak üzere yaklaşık 40000 kişi zayiat verilmişti. Bunun üzerine halktan son bir özveri istendi. Son bir atımlık güçleri kalmıştı. Türk halkı bütün varını ortaya koydu. 200 bin Yunan askerine karşı toplam 185 kişilik bir ordu toplandı. Geriye kalan subaylarca hızlı bir eğitimin ardından, hızla Yunanın peşine düşüldü. 26 Ağustos 1922 akşamı Mustafa Kemal yanında Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü paşalarla beraber, Afyon Kocatepe'deki yerini aldı ve sabah ezan sesiyle taarruz emrini verdi. 30 Ağustos 1922 tarihine kadar 4 gün süren çetin bir savaş yapıldı. Bu safhaya " Başkomutanlık Meydan Muharebesi" adı verildi. Savaşın sonunda Türk ordusu büyük bir zafer kazandı. Mustafa Kemal ve fikir arkadaşları; ordunun İzmir'e doğru kaçan Yunan asker kalıntılarının peşine düşerek tamamen ortadan kaldırılması gerektiği kararı aldılar. Mustafa Kemal'in tarihi sözü olan; "Ordular İlk Hedefiniz Akdenizdir İleri" emriyle ordu Yunan askerinin peşine düştü. 1 Eylül 1922 tarihinde başlayan büyük takip, 18 Eylül 1922 tarihinde Yunan askerinin Balıkesir - Erdek  limanından ülkeyi tamamen terk etmesi ile son buldu. Türk ordusu İzmir valiliği binasına tekrar Türk Bayrağını çekti.
     Bu zafer Türk ordusunun isimsiz kahramanları tarafından 15 gün gibi bir zamanda 450 kilometre yolu yaya yürüyerek kazanılmış bir zaferdir. Atatürk'ün büyük zafer için dediği gibi; Unutulmamalıdır ki genç Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleri burada atıldı. Ebedi hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçan şehit ruhları devletimiz ve cumhuriyetimizin ebedi muhafızlarıdırRuhları Şad Olsun... 

I.Dünya Savaşı

     Avusturya Büyük Sırbistan'ı kurmak isteyenlere gücünü göstermek üzere 1914 yılı Haziran ayında Bosna da bir manevra yapmaya karar vermiştir. Buna katılmak üzere veliaht Ferdinand da Saray Bosna'ya gelmiştir. Ancak veliaht 28 haziran 1914 günü bir Sırplı tarafından öldürülür. Bu I.Dünya savaşına yol açan olayın başlangıcı olur. Avusturya bu olaya Sırbistan'a savaş açarak karşılık verir. Bunun üzerine Almanya, Avusturya-Macaristan'ın, Rusya da Sırbistan'ın yanında yer alır. Böylece savaş kısa bir zaman içinde bütün Avrupa'yı etkilemiştir. Sonuçta, Yavuz (Goesa) ve Midilli (Breslav) gemileri Amiral Sovchen komutasında 28-29 Ekim 1914 gecesi Rusya'nın Odessa ve Sivastopol Limanlarını topa tutması fiilen Osmanlı Devletini savaşa sokmuş oldu. Bu olay üzerine önce Rusya ardından İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti'ne savaş açtılar. Böylece savaşa resmen katılan Osmanlı Devleti I.Dünya savaşında birçok cephede savaşmıştır.
     Uzlaşma Devletleri Çanakkale'ye denizden saldırıya girişecekleri sırada Osmanlı Devleti'nin durumu onlar açısından böyle bir saldırı için elverişli görüntüdeydi. Osmanlıların Sarıkamış üzerine yaptıkları büyük saldırı bozgunla sonuçlanmıştı. Mısır'ı İngilizlerden kurtarmak amacıyla giriştikleri kanal harekatları umulanları getirmemişti. Bu arada Balkan Devletlerinden Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan'la Dünya Savaşı'nın başlamasından beri bir antlaşmaya varılması için sürüp gelen siyasal görüşmelerden de olumlu bir sonuç alamamıştı. Bulgarların çekingen davranışı Almanya ile Osmanlı arasında doğrudan bir bağlantının kurulmasını engellediğinden Osmanlı ordusunun yoksun bulunduğu Modern savaş gereçleri ile donatılmaması da gecikmekteydi. Bu durum uzlaşma Devletleri'nin Osmanlılara karşı bir saldırıya geçmelerine elverişli gibi görünmekteydi. Fakat aralarında bu maksatla hazırlanmış bir harekat alanları yoktu. Savaş sonucunun batı cephesinde ve kısa bir zamanda alınacağına inanılmaktaydılar. Üstelik İngiltere'nin büyük bir kara ordusu kurmak için giriştiği hazırlıklar da tamamlanmıştı. Çanakkale'ye saldırı için ilgililer arasında kesin bir antlaşmaya daha varılamamıştı.
     1914 Senesi 

     Almanya’nın savaş stratejisi, Schlieffen Planı’na dayanmaktadır. Bu plana göre; seferberliğini 2 haftada tamamlayabilecek olan Fransa 39 günde savaş dışı bırakılacak ve müteakiben doğu cephesine dönülerek seferberliğini geniş coğrafyası içerisinde en az altı haftada ve güçlükle tamamlayacağı değerlendirilen Rusya'ya taarruz edilecekti. Batı Cephesi savaşları 4 Ağustos 1914 tarihinde Alman ordularının Belçika’ya saldırmasıyla başlamıştır. Ancak Belçika ordusu hiç umulmadık bir direnme gösterdi. Alman birlikleri Liege kentini, planlandığı gibi 24 saat sonunda değil, 13 günlük çatışmanın ardından ele geçirip Fransa içlerine ilerlemek zorunda kaldılar. Fransa topraklarında ilerleyen Alman orduları, Paris’e 70 km. kala, Marne nehri geçişlerinde sert bir Fransız direnişiyle karşılaştılar. 6-12 Eylül tarihlerindeki, I.Dünya Savaşı’nın en kanlı savaşlarından olan Marne Savaşı ardından Batı Cephesi’nde hatlar kilitlenmiştir. İki taraf da siperlere yerleştiler ve defalarca yenilenen karşılıklı taarruzlardan bir sonuç elde edemediler.
     1915 Senesi 

     Siperden sipere karşılıklı taarruzlar 1915 yılı boyunca da yenilenmiştir. Her iki taraf açısından da ağır kayıplara karşın cephe hattında sonuç alıcı bir değişme olmamıştır. 1915 yılı Batı Cephesi savaşlarının önemli bir yanı da ilk kez zehirli gaz kullanılmış olmasıdır.
     1916 Senesi 

     Rusya’nın askeri gücünün artık zayıflamış olduğunu düşünen Alman Genel Kurmay Başkanı Erich von Falkenhayn, önemli ölçüde takviye ettiği kuvvetlerle Verdun21 Şubat 1916 tarihinde başlayan Verdun Savaşı üzerinden genel bir taarruz başlattı. 24 km'lik dar bir cephe hattından yoğun bombardımanla başlatılmıştır. Başlangıçta Fransız birliklerinde dağılma belirtileri ortaya çıkmışsa da Mareşal Petain yeni yollar açtırarak cepheyi sürekli olarak cephane yönünden desteklemiştir. Fransız topçu bataryalarının sürekli ve etkili ateşi, Alman ilerlemesini güçleştirmiş, sonunda ise durdurulmasında önemli unsur olmuştur. I.Dünya Savaşı'nın en kanlı savaşlarından olan Verdun Savaşı'nda, taraflar toplam 650 binin üzerinde kayıp yaşamıştır. Haziran ayı sonuna kadar Alman birlikleri yine de düzenli ama ağır da olsa ilerleme kaydetmişlerdi. Ancak Fransız ve İngiliz Yurtdışı Sefer kuvvetinin Somme ırmağı kıyılarında başlattıkları karşı taarruz, Alman ilerlemesini durdurmuştur. 4 ay süren Somme Savaşı’nda Alman birlikleri eski mevzilerine çekilmek zorunda kalmışlardır. Ağır kayıplarla sonuçlanan Somme Savaşları da Alman kuvvetlerini Fransız topraklarından çıkartmakta beklenen başarıya ulaşmamıştır.
     1917 Senesi 

     1916 yılında yaşanan başarısızlıklar üzerine R.G. Nivelle Fransız Orduları Başkomutanlığına atandı. Nivelle, Fransız ordularının baş rolü oynayacağı bir genel karşı saldırıyla Almanları Fransa topraklarından çıkartmayı öngören bir savaş planı önermiştir. İngiliz birliklerince cephenin kanatlarından yapılacak tespit taarruzlarının hemen ardından Fransız birliklerinin cephenin merkez bölümünde başlatacakları bir karşı taarruz planıdır bu. Plan konusunda İngiliz hükümetiyle mutabakat ancak nisan ayı sonlarında sağlanabildi. Bu arada Almanlar ise merkez bölgeyi takviye ettiler ve bir miktar geri çekilerek boşalttıkları bölgeyi mayınladılar. Neticede Fransız saldırısı ağır kayıplara karşın başarısız olmuştur. Temmuz ayında İngiliz birliklerinin başlattıkları saldırılar, cephe hattında kayda değer bir değişme yaratmadığı gibi 250 bin kayba yol açmıştır. Orduda, yer yer ayaklanmalara kadar varan huzursuzlukları bastıran General Petain’in yürüttüğü taarruzlar ise bazı stratejik noktaların ele geçirilmesiyle sonuçlanmıştır.
     1918 Senesi 

     İtilaf Devletleri açısından Batı Cephesi’nde 1918 yılının ilk aylarındaki temel sorun, Alman kuvvetlerinin Doğu Cephesi’nden aktardıkları kuvvetler karşısında, Amerikan birlikleri kıtaya ulaşıncaya kadar direnebilmektir. Alman saldırısı 21 Mart 1918 tarihinde başlatılmıştır. Kısmı başarılar sağlayan Alman taarruzları, Temmuz ayı ortalarında Fransız birliklerinin hafif tankların desteğinde giriştikleri karşı saldırılarla durmuş, hemen ardından da düzensiz bir geri çekilmeye dönüşmüştür. Eylül ayında Amerikan birliklerinin de katıldığı bir harekat planlanmıştır. Bu plana göre İtilaf Orduları dört kol üzerinden saldırıya geçerek Alman cephesinin geri bağlantısını keseceklerdir. Çeşitli nedenlerle bu amaca ulaşılmamış olmasına karşın harekat Alman Genel Kurmayı üzerinde savaşın geleceği ile ilgili genel bir umutsuzluk yaratmıştır. 3 Ekim 1918 tarihinde ABD ile gizli ateşkes görüşmelerine başlanmıştır.
     Şavaşın sonu 

     İtilaf Devletleri'yle İttifak Devletleri arasında yapılan mütarekelerle çatışmalar resmi olarak sonlandırılmıştır. Bu mütarekeler, Bulgaristan ile 29 Eylül 1918 tarihinde Selanik Antlaşması, Osmanlı Devleti ile 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Antlaşması, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile 3 Kasım 1918 tarihinde Villa Giusti Antlaşması ve Almanya ile 11 Kasım 1918 günü Rethondes Antlaşması'dır. Savaş sonrasında Avrupa'da sınırların belirlenmesi için 18 Ocak 1919 tarihinde Paris Barış Konferansı toplanmış ve Almanya ile 28 Haziran 1919 tarihinde Versay Antlaşması, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile 10 Eylül 1919 tarihinde St. Germain Antlaşması, Bulgaristan ile 27 Kasım 1919 tarihinde Neuilly Antlaşması ve Osmanlı Devleti ile 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması ve Macaristan ile 4 Haziran 1919 tarihinde Trianon Antlaşması imzalanmıştır.

Çanakkale Savaşı

Çanakkale Savaşları, Türk milletinin bağımsızlığını ve topraklarını korumak için savaştığı, I. Dünya Savaşının sonucunu etkileyen, dünya tarihinde de önemli bir yere sahip olan savaşlardır. I. Dünya Savaşı devam ederken, Çanakkale boğazının askeri ve ticari önemi ile boğazı geçip İstanbul'u ele geçirme arzusu bulunan İtilaf devletlerinin harekete geçmesiyle başlayan savaş, şanlı tarihimize kahramanlıkların yaşandığı bir destan olarak geçmiştir.

     Seddülbahir Cephesi (25 Nisan - 9 Ocak 1916)
İtilaf Kuvvetleri, taktik açısından bir kilit nokta oluşturan Gelibolu Yarımadasının güneyinde bulunan Alçıtepe'yi ele geçirmek amacı ile Seddülbahir bölgesinde 5 ayrı sahil kesimini çıkarma noktaları olarak belirlemiştir. Ertuğrul ve Tekke Koyları çıkarma harekatının ağırlık merkezi olarak seçilmiştir. Tekke ve Ertuğrul Koylarının sağ ve sol yanında bulunan bölgelerde yer alan Morto, Pınariçi ve İkiz Koylarına çıkarılacak olan kuvvetler ise esas taarruzu yapacak kuvvetin yan emniyetlerini sağlayacaklardır. Seddülbahir'i savunan 26. Alayın 3. Taburu, 25 Nisan 1915 günü kendisinden neredeyse 9 kat daha fazla sayısal üstünlüğe sahip İngiliz-Fransız kuvvetlerini durdurmayı başarmış ve onları ilk hedefleri olan Alçıtepe'ye ulaşmalarından alı koymuştur.
     Seddülbahir bölgesindeki çarpışmalar kanlı ve karşılıklı olarak 13 Temmuz 1915 tarihine kadar sürmüştür. Geçen sürede Birinci, İkinci ve Üçüncü Kirte; Birinci ve İkinci Kerevizdere ve Zığındere Muharebeleri sonrasında bölgedeki çarpışmalar mevzi muharebesi haline dönmüştür. Bütün şiddetiyle devam eden muharebelerde İngilizler yarımadanın güneyinde sadece 5,5 km'lik bir cephe hattını işgal edebilmişlerdir; derinlikte ise İlyasbaba Burnu'ndan ön cephe hattına kadar yaklaşık olarak 6 km ilerleyebilmişlerdir. 24 saat içinde ele geçirmeyi planladıkları Alçıtepe'ye 25 Nisan 1915 sabahı itibariyle 8,5 ay süren kanlı savaşlara rağmen hiçbir zaman ulaşamamışlardır.
     Arıburnu Cephesi (25 Nisan 1915 - 6 Ağustos 1915)
25 Nisan 1915'te gün ağarmadan Avustralya ve Yeni Zelandalılardan oluşan Anzak birlikleri ile Büyük ve Küçük Arıburnu bölgelerinde başlamıştır Çıkarma Harekatı'nda Anzak birliklerini karşılayan 27. Alay'ın 2'nci Taburunun 82'nci bölüğünden bir takımdır. Bir avuç Türk askerinden oluşan bu takım Anzak kuvvetlerinin düzenini bozmuş ve planlanan hedeflerine ulaşmalarını geciktirmiştir. Fakat 27. Alay'ın sağ tarafında bulunan ve Conkbayırı-Kocaçimen Tepesi'nin oluşturduğu hakim arazi tehlikeli bir biçimde boş kalmıştır. Böyle bir kritik anda 19'ncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, tehlikeyi sezerek Arıburnu bölgesine müdahale kararı almış ve Anzak birliklerini geri püskürtmüştür. 19 Mayıs 1915'te icra edilen ve sonuçsuz kalan Türk taarruzu sonrasında Arıburnu bölgesindeki muharebeler 6 Ağustos 1915'e kadar mevzi muharebesi olarak devam etmiştir.
     Anafartalar ve Conkbayırı Cepheleri (6 Ağustos - 20 Aralık 1915)
3,5 ay boyunca hedeflenen planlara ulaşamayan İtilaf kuvvetleri, taze kuvvetlerce Anafartalar sahillerine yeni bir çıkarma harekatı planlamışlardır. Amaçları ise, bölgenin en hakim kesimi olan Conkbayırı-Kocaçimen Tepesi bölgesini ele geçirerek Arıburnu bölgesindeki Türk kuvvetlerini kuzeyden kuşatmak ve sonrasında Anafartalar sahillerine çıkarılan kuvveti ile birlikte yeni Türk kuvvetlerinin geri bölgesine sarkmaktı. Böylece Çanakkale Boğazı'na kadar ilerleyerek Türk ordusunun Gelibolu Yarımadası üzerindeki direnişi kırılacaktı.
     6 Ağustos 1915'te İngiliz 9'ncu Kolordusu ilk olarak Bursa Jandarma Taburunun direnişiyle karşılaşmıştır. Kısa sürede İngilizlerin 27.000 kişilik kuvvetine karşılık bölgede bulunan 2 jandarma, toplam 4 Türk taburu ile karşılaşmışlardır. 7 Ağustos akşamına kadar sahilden içeriye ancak 800 km ilerleyebilmişlerdir. Durumun ciddiyeti üzerine Bolayır berzahında bulunan 7'nci ve 12'nci Tümenler de bölgeye sevk edilmiş böylece Anafartalar Grubu Komutanlığı kurulmuştur. Albay Mustafa Kemal Anafartalar Grubu Komutanlığına atanmıştır. 9 Ağustos sabahı Türk taarruzu başlamıştır aynı gün İngilizler de taarruza karar vermişlerse de Türk tarafı kendilerinden önce davranmıştır. Birinci Anafartalar Muharebesi adıyla anılan savaş 2 gün sürmüş ve İngilizlerin ilerleme planları başarısız olmuştur. İngilizler daha sonra 15 Ağustos'ta Anafartalar Grubu kuvvetlerini sağ yanlarından çevirmek ve Karakol Dağı bölgesi doğusundan ilerleyerek Anafartalar Ovası'na hakim yükseltileri ele geçirerek Türk kuvvetlerinin gerisine sarkmak istemişlerdir. Böylece İngilizler Kireçtepe üzerinden taarruza geçmişler fakat Kireçtepe'ye yönelttikleri taarruzdan da bir sonuç alamamışlardır.
     21 Ağustos 1915'te tekrar taarruza başlayan İngilizler İsmailoğlu Tepeler ve Yusufçuk Tepe hattı hedef olsa da asıl ilerlemeleri adı geçen tepeler hattının güneyinde ilerlemişlerdir. Bu kesimde Türk cephe hattının geri itmeyi başaran İngilizlerin ilerleyişi Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal'in 11'nci Süvari Alayını taarruza sevk etmesiyle durdurulmuştur. 22 Ağustos sabahı ilerlemeyi sürdürmek isteyen İngilizler İkinci Anafartalar Muharebesi olarak anılan bu muharebede ağır zararlar vermişlerdir ve mevzilerine geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Son olarak 27 Ağustos 1915'te Bombatepe'ye taarruz eden İngilizler tekrar hedeflerine ulaşamamışlar ve bölgedeki çarpışmalar İngilizlerin Anafartalar ve Arıburnu bölgelerini tahliye ettiği 20 Aralık 1915'e kadar mevzi muharebeleri şeklinde devam etmiştir.
     İtilaf Kuvvetlerinin Gelibolu'yu Tahliye Etmeleri (8 Aralık1915 - 9 Ocak 1916)
Artık ne kuvvet göndermeye ne de Çanakkale'yle uğraşmaya gücü kalmayan İtilaf Devletleri, kuvvetlerini gizliliğe ve sessizliğe dikkat ederek başarıyla geri çekmiştir. Modern ve güçlü silahlarla donanmış olarak Boğaz'a saldıran İtilaf Devletleri, manevi gücünü dikkate almadan küçümsedikleri Türk ordusu tarafından hem denizde hem de karada beklemedikleri bir şekilde yenilgi alarak geri çekilmek zorunda kalmışlardır.

Balkan Savaşları

     I. Balkan Savaşı: 8 Ekim 1912 ile 30 Mayıs 1913 tarihleri arasında Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan Krallıklarından oluşan Balkan Birliği ile Osmanlı Devleti arasında geçen savaştır. Bu savaşla Balkan ülkeleri Osmanlı Devletinin Balkanlardaki topraklarının çoğunu ele geçirmiştir. Osmanlı Devleti bu savaşla Edirne ve Kırklareli 'ye kadar olan yerleri Balkan devletlerine vermek durumunda kalmıştır.

     Savaş öncesinde yaşananlar
Bulgaristan Berlin antlaşmasıyla umduğunu bulamamış, bağımsızlığını elde ettikten sonra Balkanlarda etkili olmaya başlamıştır. Sırbistan'da Bosna-Hersek'in ilhakıyla aynı politikalarla hareket etmeye başlamıştır.1912 yılında ise Rusya, Sırbistan ve Bulgaristan arasında arabuluculuk yapmaya başlamıştır. Yapılan bu ittifaka Karadağ ve Yunanistan'da katılmıştır. Balkan devletleri Makedonya'yı da ele geçirmek maksadıyla 8 Ekim 1912 tarihinde Osmanlı Devletine savaş ilan etmişlerdir.
     I. Balkan savaşının başlaması
Savaş başladığında Sırplar ve Bulgarlar Makedonya'da, Karadağlılar ve Sırplar Sancak'ta, Bulgar ordularının bir kısmı da Trakya'da konuşlanmıştır. Osmanlı ordusu bu ittifaka karşı dörde bölünmüş ve hazırlıklar tamamlanmıştır. Bulgaristan Balkan ülkeleri arasında en güçlü ve eğitimli orduya sahipti. Kendine hedef olarak Makedonya ve Trakya'yı seçmişlerdi. Ana kuvvetleri Trakya'da teşkilatlanmıştı. Sırbistan Osmanlı Devletinin Vardar ordusunu yenmeyi planlamıştı. Ana kuvvetleri üç ordu halinde Üsküp'e ilerleyip, bir tümenle bağımsız tugay Yeni Pazar sancağında Karadağlılarla birleşerek harekat düzenleyecekti. Yunanistan ise müttefikler arasında en zayıf kara ordusuna sahipti. Fakat deniz gücüne sahip tek ülkeydi. Bu diğer müttefikler için önemli bir unsurdu. Böylece Osmanlılar Anadolu'da bulunan birliklerini Avrupa'ya nakledemeyecekti. Yunanistan zaten bu sebeple ittifak arasına kabul edilmişti. Osmanlı Devleti ise sorunlarla uğraşıyordu. 2. Meşrutiyet'in sonrasındaki siyasi sorunlar devam ediyordu. Ordunun bir bölümü Trablusgarp'ta İtalyanlarla, bir kısmı da Yemen'de isyanı bastırmakla  uğraşıyordu. Anadolu'dan takviye alınmadan Rumeli'de ordu kurmakta çok zordu. Siyasi çekişmelerden ordu içindeki yenilikler yapılmamıştı. Rumeli'de bulunan ikmal yolları sorunluydu. En büyük sorun ise savaş öncesinde ordudaki askerlerin önemli bir kısmının yaş haddinden terhis edilmiş olmasıydı. Böylece tecrübeli askerlerden yoksun bir ordu oluşmuş oldu. Ordularının tamamı eksik sayıyla ve teçhizatla savaşmıştır.
     Londra Konferansı
Osmanlı ordusunun durumu Balkanları korumaya yeterli değildi. Bu yüzden Balkan Birliği devletleri bu savaştan zaferlerle ayrılmıştır. Bulgarlar Doğuda Trakya'nın büyük bir kısmını, Yunanlılar Selanik, Serfice, Bozcaada, Sakız, Limni ve Midilli'yi, Sırplar Üsküp, Priştine ve Manastır'ı, Karadağlılar Sırplarla birlikte Arnavutluk'u paylaştılar. Bu ağır yenilginin ardından Osmanlıların barış istemesiyle Londra Konferansı düzenlenmiştir. Bununla Osmanlılar toprakları açısından büyük kayıplar yaşamıştır. Avrupa'da bulunan toprakların %83'ü kaybedilmiştir. Ayrıca Ege adaları, On iki ada ve Girit kaybedilmiştir. Bulgaristan en fazla toprak alan ülke olmuştur. Karadağ ise en az toprak alan ülke olmuştur. Osmanlılar Kırklareli'ne kadar olan tüm topraklarını kaybetmiştir. Buna rağmen ülkelerin bu paylaşımdan memnun olmaması yüzünden 2. Balkan savaşı başlamıştır.

     1. Balkan Savaşı

     II. Balkan Savaşı, Osmanlı Devleti ve Balkan devletleri arasında Balkan toprakları paylaşımı konusunda çıkan anlaşmazlık sebebiyle patlayan, Balkan Savaşları olarak bilinen savaşların ikincisidir. Savaşa Osmanlı Devleti, Sırbistan, Arnavutluk, Karadağ, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya katılmıştır. Romanya; 1. Balkan Savaşı'na katılmamasına rağmen 2. Balkan Savaşı'na katılan tek devlettir. 2. Balkan Savaşı bir bakıma 1. Balkan Savaşı'nın bir sonucudur. Çünkü 1. Balkan Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin yenilmiştir ve genç Balkan devletleri köklü Osmanlı Devleti kadar bir otorite sağlayamamışlardır. Ayrıca ele geçirdikleri toprakların dağıtımı da Balkan Devletlerinin kendi aralarında anlaşmazlığa düşmelerine sebep olmuştur. Bulgaristan'ın savaş sonunda en çok toprak kazanan ülke olması ve Ege kıyılarına kadar ulaşması, başta Yunanistan olmak üzere tüm Balkan devletlerini hoşnutsuzluğa sürüklemiştir. Yunanistan'ın çabalarıyla Bulgaristan'a karşı bir ittifak oluşturan diğer Balkan devletleri (Yunanistan, Romanya, Karadağ, Arnavutluk), Bulgaristan'a savaş açarak 2. Balkan Savaşı'nı başlatmışlardır. Bunlardan ayrı olarak Romanya da Balkanların bu buhranlı ve çalkantılı durumundan faydalanıp karlı çıkabilmek için Bulgaristan'a karşı kurulan ittifağa katılmıştır. Osmanlı Devleti ise 1. Balkan Savaşı'nda kaybettiği toprakları kısmen de olsa geri kazanabileceğini düşünmüş ve Enver Paşa'nın kararı ile o da Bulgaristan'a savaş açmıştır. Bulgaristan'ın zor durumundan faydalanan Osmanlı Devleti; 2. Balkan Savaşı'nda Edirne ve Kırklareliyi geri almıştır. 2. Balkan Savaşı'nın bir diğer ilginç ayrıntısı ise; Edirne ve Kırklareli'nin tek bir çatışmaya dahi girilmeden geri alınmış olmasıdır.
     II. Balkan Savaşı sonunda devletler kendi aralarında bazı anlaşmalar imzalamışlardır. Bu anlaşmalardan ilki 10 Ağustos 1913'tür. Bu anlaşma Balkanlardaki toprak kavgasının tatlıya bağlanmasına yeterli olmamış, Bulgaristan'ın genel hakimiyeti devam etmiştir. Daha sonra 20 Eylül 1913'te 2. Balkan Savaşı'nın Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında imzalanan anlaşması kabul edilmiştir. Bu anlaşma ile Meriç Nehri iki ülke arasında sınır olarak kabul edilmiş; dolayısıyla Edirne, Kırklareli, Dimetoka ve Kırkağaç Osmanlı Devleti'ne kalmıştır. Ayrıca Bulgaristan'da yaşayan Türklerin hakları güvence altına alınmış ve isterlerse Osmanlı Devleti'ne serbestçe göç edebilme hakkı tanınmıştır. Ayrıca bu anlaşma ile bugünkü Türkiye-Bulgaristan sınırı hemen hemen çizilmiştir. 2. Balkan Savaşı'nın diğer anlaşmalarından biri; Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında imzalanan 14 Kasım 1913 Atina anlaşmasıdır. Bu anlaşma ile Yanya, Girit, Selanik Yunanistana bırakılmış, On İki Ada'nın durumu Avrupalı devletlerin arabuluculuğuna bırakılmış ve Yunanistan'da yaşayan Türklerin aynı şekilde hakları güvence altına alınmıştır. Osmanlı Devleti'nin 2. Balkan Savaşı'nda epey zararlı çıktığı bir anlaşmadır. 
     II. Balkan Savaşı'nın son anlaşması ise Türkiye ile Sırbistan arasında imzalanan 13 Mart 1914 İstanbul Anlaşmasıdır. Osmanlı Devleti ile Sırbistan'ın kara sınırı olmadığı için bu anlaşmada kayda değer pek bir karar yoktur. 2. Balkan Savaşı'nın Osmanlı Devletinin, Balkanların, hatta Avrupa'nın gidişatında önemli etkileri olmuştur. 2. Balkan Savaşı'ndan itibaren epey zarara giren Bulgaristan'ın, 1. Dünya Savaşı'na girmesinde aldığı bu yenilgi etkili olmuştur. Aynı şekilde Osmanlı Devleti de savaştan sonra ordunun eksiklerini fark etmiş, Alman işbirliği ile orduyu modernize etmek istemiştir. Böylece Almanlar ile yakınlaşma sağlanmıştır. Daha sonra Almanya I. Dünya Savaşı'na girdiğindeyse, Osmanlı Devleti'nin de İttifak Devletleri safında savaşa girmesinde bu yakınlık etkili olmuştur. Ayrıca, daha sonraki savaşların ve gelişmelerin yorumlanması açısından önemli bir ayrıntı olarak; Mustafa Kemal Atatürk Edirne'nin geri alındığı cephede 2. Balkan Savaşında görev almıştır. O tarihten beri hem Balkanları, hem İstanbul'u hem de Avrupa'yı yakından tanıyabileceği durumlarda bulunmuştur. 2. Balkan Savaşı ve bundan sonra katıldığı mücadeleler, sonradan yaptığı hamlelerin başarılı olması için ona önemli tecrübeler katmıştır.

Padişahlar hayatlarını nasıl kaybettiler?

Tahta çıkmış 36 Osmanlı padişahının 27’si çeşitli hastalıklar sonucu vefat ederken 1’i savaş meydanında şehit olmuş, 4’ü öldürülmüş 1’i zehirle intihar etmiş 1’i zehirlenmiştir. 2 padişahın ise eceliyle mi yoksa öldürüldüler mi halen tartışmalı bir konudur.

     Padişahların ölüm sebeplerinin başında beyin kanaması gelmektedir. 6 Osmanlı padişahı beyin kanamasından vefat etmiştir. Kanser ve verem 2. sıradadır. Osmanlı padişahlarının ikisi prostat biri de mide kanseri olmak üzere dördü kanserden ölmüştür. Dört padişah veremden ölürken bunların üçü baba oğul ve torun olmaları dikkat çekicidir: Sultan II.Mahmut, Sultan Abdülmecit ve II.Abdülhamit. Kalp hastalıkları da padişahların ölüm sebepleri arasında önemli bir yer tutar. İki padişah kalp yetmezliğinden iki padişah da kalp krizinden ölmüşlerdir. Osmanlı sultanlarının ölümünde şeker hastalığının vücutta yıllarca süren tahribatı da önemli bir rol oynamış, üç Osmanlı padişahı şeker hastalığının neticesinde vefat etmişlerdir. Bunlar III.Ahmet, V.Murat ve V.Mehmet Reşat’tır. Birer padişahın ölümüne sebep olan rahatsızlıklar ise zatürre, iç kanama, böbrek yetmezliği, siroz, sara ve felçtir. Savaş meydanında şehit olan tek Osmanlı padişahı Birinci Murat’tır. Timur’un eline esir düşen Yıldırım Bayezit zehir içerek intihar ederken II.Bayezit zehirlenmiş, II.Osman, Sultan İbrahim, III.Selim ve IV.Mustafa isyanlar ve taht kavgaları yüzünden öldürülmüşlerdir. Osmanlı padişahlarının sağlığıyla bir hekimbaşının başkanlığında saraya bağlı “Hassa Hekimleri” teşkilatı ilgilenirdi. Hekimbaşlarının görevde kalmaları hükümdarların sağlığıyla yakından ilgiliydi. Padişah herhangi bir hastalıktan vefat ederse hekimbaşı görevinden alınırdı.
     I.Murat harp sahrasında şehit olan tek Osmanlı padişahıdır. 15 Haziran 1389’da Sırplar’ın büyük bir bozguna uğradığı Birinci Kosova Savaşı’nın sonunda Sırp Kralı Lazar’ın damadı Miloş Obroneviç padişahın huzuruna çıktığı sırada göğsünde sakladığı hançeri Birinci Murat’a saplayarak sultanı şehit etti. En büyük Osmanlı komutanlarından olan Yıldırım Bayezit 1402’de Ankara Muharebesi’nde Timur’a esir düşmüştü. İçine düştüğü durumu hazmedemeyen padişah yüzüğündeki zehiri içerek 8 Mart 1403’te Akşehir’de intihar etti. Zehirle ölen bir diğer Osmanlı padişahı da aynı ismi taşır. Fatih’in oğlu İkinci Bayezit Nisan 1512’de askerin isyanı sonucunda oğlu Yavuz Sultan Selim lehine tahttan çekildikten sonra ömrünün kalanının geçireceği Dimetoka’ya doğru yola çıktı ancak buraya varamadan 21 Mayıs 1512’de yolda öldü. Muhtemelen Yavuz ileride bir taht kavgasını çıkmasını önlemek için babasını zehirletmişti.
     Osmanlı tarihinin en gizemli ölümü Fatih Sultan Mehmet’inkidir. Fatih Sultan Mehmet Mayıs 1481’de Mısır Memlük devleti üzerine sefere çıktı. Gebze yakınlarında hastalanınca başhekimi Lari müdahale etti ancak sultanı tedavi edemeyince eski başhekim Yakup Paşa sultanı iyileştirmekle görevlendirildi. Yakup Paşa bazı ilaçlar vererek padişahın sancısını azaltmak istedi fakat ilaçların bir faydası olmadı. Fatih kısa bir komadan sonra 31 Mayıs 1481’de Gebze’de Hünkâr Çayırı’nda öldü. Günümüze kadar süren tartışmalar ve bütün araştırmalara rağmen Fatih’in ölümündeki sır çözülemedi.
     Osmanlı tarihinde bir isyan sonucu öldürülen ilk padişah İkinci Osman’dır. II.Osman çevresindekilerin yanlış yönlendirmesi ve kendisinin de gençliğinin verdiği tecrübesizlikle askerin isyanına sebep oldu. Sadrazam Davut Paşa ve yanındakiler Yedikule’de genç padişahı bir kementle yakalayıp boğdular. Osmanlı tarihinde ilk defa bir padişah idare ettiği insanlar tarafından öldürülüyordu. Mayıs Öldürülen bir diğer Osmanlı padişahı Sultan İbrahim’dir. Sultan İbrahim 7 Ağustos 1648’de tahttan indirilip yerine küçük yaştaki oğlu Mehmet geçirilmişti. Ancak tahttan indirilen padişah kapatıldığı yerde 10 gün kalabildi. Feryatları bütün saray halkını etkiliyordu. Sultan İbrahim’i yeniden tahtta çıkarmak isteyenlerin sayısı artınca Kösem Sultan ve devlet ileri gelenleri sultanı 18 Ağustos 1648’de boğdurttular. Osmanlı tarihinde adı yeniliklerle anılan Sultan Üçüncü Selim Kabakçı İsyanı’yla Mayıs 1807’de tahttan indirilip yerine Dördüncü Mustafa geçirilmişti. Sarayda hapsedilen padişahı tekrar tahta çıkarmak için Nizâm-ı Cedit taraftarları Rusçuk’ta örgütlendiler. Alemdâr Mustafa Paşa bir orduyla İstanbul’a gelerek Sultan Selim’i tekrar tahta çıkarmaya teşebbüs etti. Ancak tedbirli davranmadığı için IV.Mustafa taraftarları 28 temmuz 1808’de III.Selim’i öldürdüler. Üçüncü Selim’i öldürten Dördüncü Mustafa da aynı akıbete uğradı. Askerlerin IV.Mustafa’yı tekrar tahta çıkarmaya teşebbüs etmesi üzerine tahtını emniyete almak isteyen II.Mahmut onu 17 Kasım 1808’de boğdurttu.
     1861 ile 1876 yılları arasında Osmanlı tahtında bulunan Sultan Abdülaziz de Fatih Sultan Mehmet’ten sonra ölümü en fazla tartışılan padişahtır. Tahttan indirildikten birkaç gün sonra 4 Haziran 1876’da Feriye Sarayı’nda bilekleri kesilmiş bir halde bulunan padişahın tahtan indirilmenin üzüntüsü ile intihar ettiği söylenir. Ancak öldürülmüş olma ihtimali daha kuvvetlidir.

OSMAN GAZİ: Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olan Osman Gazi 1326’da kalp yetmezliğinden öldü.

ORHAN GAZİ: 82 yaşındayken felç yüzünden 1362’de öldü.

ÇELEBİ MEHMET: 1421’de yüksek tansiyon yüzünden beyin kanaması geçirdi ve kısa bir süre sonra öldü.

II. MURAT: Şiddetli bir baş ağrısı sebebiyle yatağa düştü ve üç gün sonra 3 Şubat 1451’de hakkın rahmetine kavuştu. Ölüm sebebi beyin kanaması veya beyindeki bir timördür.

YAVUZ SULTAN SELİM: 21 Eylül’ü 1520’yi 22 Eylül’e bağlayan gece kanserden vefat etti.

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN: 1566’da Zigetvar kuşatmasının son günü 6-7 Eylül gecesi beyin kanamasından hayatını kaybetmiştir.

II. SELİM: Hamamda düşüp yaralandığı söylenir. 1574’te göğüs boşluğundaki bir kanama yüzünden öldü.

III. MURAT: 17 Ocak 1595’te prostat kanserinden öldü.

III. MEHMET: Bir gün saraya dönerken yolda karşılaştığı bir meczub “56 gün sonra gelecek kazadan kurtulamazsın. Gafil olma padişahım” demişti. Bu olay Üçüncü Mehmet’i derinden etkiledi. Padişah yemeden içmeden kesildi ve 22 Aralık 1603’te kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi.

I. AHMET: Çok gençken 22 Kasım 1617’de 28 yaşında mide kanserinden öldü.

I. MUSTAFA: Osmanlı tarihinde tek “Deli” padişahı olan Sultan Mustafa 1623’te tahttan indirildikten sonra 20 Ocak 1639’da bir sara nöbeti sırasında öldü.

IV. MURAT: Osmanlı İmparatorluğu’nu eski parlak günlerine döndüren Dördüncü Murat gençlik döneminde çektiği sıkıntılar ve çevresinin de etkisiyle içkiye oldukça düşkündü. 8 Şubat 1640 gecesi sirozdan vefat etti.

IV. MEHMET: 1687’de tahttan indirildikten sonra dört yıl sonra 4 yıl hapis hayata yaşadı. Yakalandığı zatürrenin ilerlemesi sonucu 6 Ocak 1693’te öldü.

II. SÜLEYMAN: 40 yıl sarayda hapis hayatı yaşadıktan sonra 1691’de tahta çıktı. Viyana bozgun yıllarında sıkıntılı geçen dört yıllık bir padişahlığın ardından 6 Şubat 1695’te böbrek yetmezliğinden öldü.

II. AHMET: 6 Şubat 1695 yılında kalp yetmezliğinden veya ödemden öldü.

II. MUSTAFA: 1703’te bir isyan sonucu tahttan indirildi Bu olayın üzüntüsünü üzerinden atamadan 29 Aralık 1703’te prostat kanserinden öldü.

III. AHMET: Eğlenceleriyle meşhur Lale Dönemi’nin padişahı olan Üçüncü Ahmet 1730’da Patrona isyanı sonucu tahttan indirildi. Yıllarca Topkapı Sarayı’nda hapis hayatı yaşadıktan sonra şeker hastalığının vücudunda meydana getirdiği tahribatın sonucunda 24 Haziran 1736’da öldü.

I. MAHMUT: 21 yıl padişahlık yaptıktan sonra 13 Aralık 1754’te bir Cuma namazı dönüşünde saraya dönerken attan düşüp beyin kanaması geçirdiği için vefat etmiştir.

III. OSMAN: Üç yıllık hükümdarlığını sonunda 1757’de veremden veya mide kanserinden 30 Ekim 1757’de öldü.

III. MUSTAFA: Yüksek tansiyon hastası olan padişah 21 Ocak 1774’te beyin kanamasından öldü.

I. ABDÜLHAMİT: 1787-1791 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Anapa Kalesi’nin Rusların eline geçtiği haberi üzerine beyin kanaması geçirdi ve bir süre sonra 7 Nisan 1789’da öldü.

II. MAHMUT: Osmanlı modernleşmesinin başlatıcısı olan İkinci Mahmut aşırı derecede içki içerdi. 28 Haziran 1839’da veremden dolayı hayata gözlerini kapadı.

ABDÜLMECİT: Tanzimat dönemini başlatan sultan 25 Haziran 1861’de babası İkinci Mahmut gibi veremden öldü.

V. MURAT: Tahtta en kısa süre duran Osmanlı padişahıdır. Müzmin şeker hastası idi. Bu hastalığın vücudunda meydana getirdiği tahribatın neticesinde 29 Ağustos 1904’de öldü.

II. ABDÜLHAMİT: “Kızıl Sultan mı Ulu Hakan mı” diye Osmanlı tarihinin en çok tartışılan padişahı olan İkinci Abdülhamit 10 Şubat 1918’de Beylerbeyi Sarayı’nda 76 yaşındayken yakalandığı zatürrenin ilerlemesi sonucu veremden hayatını kaybetmiştir.

V. MEHMET REŞAT: Müzmin şeker hastasıydı, şekerin vücudunda yaptığı hasar sonucu 3 temmuz 1918’de öldü.

VI. MEHMET VAHDETTİN: Son Osmanlı padişahı olan Altıncı Mehmet Vahdettin, San Remo’da 16 Mayıs 1926’da kalp krizinden vefat etmiştir.

Son Halife Abdülmecit Efendi

Son Halife Abdülmecit Efendi 29 Mayıs 1868'de İstanbul'da doğdu. Sultan Abdülaziz'in ve Hayrandil Kadının oğlu Abdülmecit Efendi, Sultan Abdülhamit döneminde (1876-1908) sarayda kapalı ve kontrol altında yaşadı. Resime meraklıydı ve oldukça başarılı tabloları vardı. Meşrutiyet döneminde bunlar sergilenmiştir. 1929’de Vahdettin’in tahta çıkması üzerine veliaht oldu. Sultan VI.Mehmet (Vahdettin) 1918'de tahta geçince, Abdülmecit veliaht ilan edildi. 1 Kasım 1922de saltanat kaldırılınca da Abdülmecit, 18 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisince Halife seçildi. Bu görev, Cumhuriyetin ilkeleriyle bağdaşamayacağından, TBMM 3 Mart 1924'te Halifeliğin de kaldırılmasına ve Osmanlı hanedanının Türkiye sınırları dışına çıkarılmasına karar verdi. 

     Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu hareketini desteklerken bir yandan da kendi kuvvetini güçlendirmeye çalıştı. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılınca veliaht sıfatı kayboldu. Vahdettin’in yurtdışına kaçması üzerine halifeliğe seçildi. (18 Kasım 1922) 15 ay kadar süren hilafeti, saltanat yetkileri bulunmayan bir hilafettir. Bu dönemde, elde hiç bir kudret ve nüfuzunun olmamasına rağmen, gösterişli Cuma selamlıkları ve şehir içi seyahatleri düzenledi. "Halife Abdülmecit Efendi bin Sultan Abdülaziz Han" şeklinde hoş görülmeyen unvanlar kullanarak Ankara'nın tepkisini çekmiştir. 3 Mart 1924’te halifelik ortadan kaldırılıp hanedan üyelerinin yurt dışına çıkarılması kararı alınınca önce İsviçre’ye, sonra Fransa’ya gitti. Arapça, Farsça ve Fransızca’nın içinde bulunduğu 6 yabancı dil bilen, iyi bir hattat, müzisyen, ressam ve müellif olan Abdülmecit Efendi, kızı Dürrişehvar Sultan tarafından muhafaza edilmiş Osmanlı tarihinin önemli noktalarını aydınlatan 12 ciltlik Hatıralar kitabını kaleme almıştır. 
     Sürgün yıllarında hanedanın geleneksel protokolünü ısrarla uygulamaya devam etti. Cuma namazlarını Paris Camisi'nde kılardı. Evlenen Sultan ve Şehzadelerin nikahlarını kıyarak, kendi tuğrasını taşıyan belgeler dağıttı. Yakışıksız davranışlarda bulunan şehzadeleri hanedandan ihraç ettiğini bildiren belgeler hazırladı. Hanedanın Irak petrolleri üzerindeki haklarından yararlanabilmek için, oluşturulması planlanan aile birliği gereği Vahideddin ile ortak bir vekalet vermesi istenince, halife ve ailenin resmi reisi olduğunu iddaa ederek ortak vekalet vermeyi reddetti. Böylece akim kalan bu girişimin sonucunda hanedan umduğu faydayı sağlayamadı. Kızı Dürrişehvar Sultanı ve yeğeni Nilüfer Hanım Sultanı Haydarabad Nizamı'nın oğullarıyla evlendirdi. Bu yolla dünyanın sayılı zenginlerinden olan dünürü Haydarabad Nizamı'ndan maddi destek gördü ve mali sıkıntı çekmedi. Mısır'ın Kavalalı prensleriyle evlenmek için Fransa'dan ayrılan çok düşkün olduğu torunları ve oğlunun gidişinden sonra eşleriyle beraber yalnız kalarak ızdıraplı günler geçirdi. 
     Abdülmecit, 23 Ağustos 1944’de sürgünde bulunduğu Paris’te kalp krizinden öldü. Kızı Dürrişehvar Sultan'ın Berar Prensesi sıfatıyla Cumhurbaşkanı İsmet İnönü nezdinde ki çabalarına rağmen cenazesi Türkiyeye kabul edilmedi. Cenazesi Türkiyeye kabul edilmeyince, Paris Camisi'nde 10 yıl bekletildi ve Cami mütevelli heyetinin cenazeyi daha fazla tutamayacaklarını bildirmesi üzerine Medine’ye nakledilerek Baki Mezarlığına defnedildi. Profesyonel bir ressam olan Abdülmecit Efendi, Osmanlı Ressamlar Cemiyetinin kurucusu ve başkanıydı. Tabloları ilk kez 1986’da İstanbul’da özel bir galeride sergilendi. 

İstanbul'un Sonu

Lale Devri - İstanbul

Lale Devri 1718-1730 yılları arası, Sultan III.Ahmet’in padişahlığı ile Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı dönemini kapsar. Bu dönem adını o yıllarda saray çevresinde ve varlıklı kesimler arasında başlayan lale yetiştirme merakından alır. Lale Devri’nde İstanbul, birçok yenilikler ve değişiklikler yaşadı. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa özellikle Paris ve Viyana’dan getirttirdiği projelerden esinlenerek İstanbul’un imarına el attı. İlk önce Haliç ıslah edildi, Kağıthane Deresi ve Haliç kenarları gezinti yerleri haline getirildi. Kağıthane’de padişah için Sadabad Kasrı inşa edildi ve etrafı lale bahçeleriyle bezendi. Bu bahçeler varlıklı kesimler arasında lale yetiştirme furyasının doğuşuna neden oldu. Yine bu dönemde Üsküdar, Beylerbeyi, Bebek, Fındıklı, Alibeyköy, Ortaköy ve Topkapı semtlerinde birçok köşk ve bahçe yapıldı. Daha önce yangınlarla harap olmuş semtler yeniden inşa edildi.
     Lale Devri’nde İstanbul’un yaşadığı yenilikler sadece imar sahasında değildi. İlk olarak bu dönemde itfaiye teşkilatı kuruldu; ilk matbaa bu dönemde İbrahim Müteferrika tarafından faaliyete geçirildi. Ayrıca bir çini fabrikası, kumaş fabrikası ve Yalova kâğıt fabrikası bu yıllar içerisinde açıldı. Lale devrinde sanat ve edebiyatta da bir canlanma yaşandı. Özellikle şair ve ressamlar saraydan büyük iltifat gördüler. Yine bu dönemde Türk mimarisi klasik dönemin son şaheserlerini vermiştir. Emetullah Gülnuş Valide Camii, Sultan III.Ahmet’in Topkapı Sarayı’nın önünde ve Üsküdar’da yaptırdığı çeşmeler, Sultan III.Ahmet Kütüphanesi ve Damat İbrahim Paşa Külliyesi bunların başlıcalarıdır. Lale Devri Patrona Halil isyanıyla sona ermiştir. Bu ayaklanma esnasında dönemin sembolü olan lale bahçeleri ve köşklerin birçoğu tamamen tahrip edilmiştir.

Tanzimat Dönemi

3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nde okunarak halka ilan edilen Tanzimat Fermanı ile İstanbul’da yeni bir dönem açıldı. Batılılaşma sürecinin hızlandığı bu dönemde İstanbul’da mimariden yaşama tarzına, eğitim kuruluşlarından sanayi kuruluşlarına kadar birçok alanda yenilikler yaşandı. Bu dönemde şehir yeni alanlara doğru genişlemeye başladı. Suriçi Bakırköy yönünde, Galata ise Teşvikiye yönünde yayılırken; Boğaziçi’nde Sarıyer’e iskan hızlandı. Anadolu yakası ise bir taraftan Bostancı, diğer taraftan Beykoz’a doğru büyüdü. Kentin genişlemesine paralel, hızlı bir imar faaliyeti de söz konusuydu. Bir taraftan padişahlar, diğer taraftan da devlet erkanı, gayrimüslim zenginler ve yabancı elçilikler adeta saray, köşk ve malikane yaptırma yarışına girdiler. Dolmabahçe, Çırağan ve Beylerbeyi Sarayları, Ihlamur ve Küçüksu Kasırları, Ayazağa, Alemdağ, İcadiye ve Mecidiye Köşkleri bu dönemde inşa edildi. Yine bu dönemde “mebain-i emriyye” adı verilen birçok kamu binası da yaptırıldı. Çeşitli semtlerdeki postane binaları, Tophane, Maçka Silahhanesi, Harbiye Nezareti ve Pangaltı Harbiye Binaları bunların başında gelmektedir. Yaşanan hızlı Batılılaşma etkilerini mimari üzerinde de gösterdi. Bu dönemde klasik Osmanlı mimarisi terk edildi ve yeni yapılar barok, rokoko, neogotik ve ampir gibi Batılı tarzlarda inşa edildi. Hatta bu üslup değişmesi cami mimarisine kadar nüfus etti.
     Bu yıllar, altyapı ve kent hizmetlerinde de önemli gelişmelere sahne oldu. Haliç üzerine köprü yapılması, tünel (metro), Rumeli Demiryolu, kent içi deniz taşımacılığı yapan Şirket-i Hayriye’nin açılması, Şehremaneti (Belediye) örgütünün diğer belediye dairelerinin kurulması, ilk telgraf hattının çekilmesi, Zaptiye Nezareti’nin kurulması ve ona bağlı karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi’nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Şirketi bu gelişmelerin sadece bazılarıdır. Batılılaşma sürecini besleyecek modern eğitim kurumlarının açılmasına da bu dönemde büyük önem verildi. Bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin temeli olan Darülfünun, erkek ve kız rüşdiyeleri (liseler) Ziraat Mektebi, Telgraf Mektebi, Darülmaarif (Maarif Koleji), Darülmuallimin (Öğretmen Okulu), Orman Mektebi, Ebe Mektebi, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi), Sanayi Mektebi ve Mekteb-i Tıbbiyey-i Mülkiye bu dönemde eğitime başlayan okullardandır.
     Tüm bu değişmeler doğal olarak kentin sosyal yaşamını da derinden etkiledi. Özellikle Kırım Savaşı’nda İstanbul’a gelen İngiliz, Fransız ve İtalyan asker ve subayları ile Galata’da yerleşmiş bulunan Levantenlerin yaşam tarzı İstanbul ahalisi üzerinde müessir oldu. Bu dönemde Beyoğlu, meyhaneleri, kahvehaneleri, tütüncü dükkanları, balozları ve tiyatrolarıyla tam bir eğlence merkezi haline geldi. Rum, Ermeni ve Yahudi kızları kantolar söylemekte; Beyoğlu’nun yanı sıra Şehzadebaşı ve Gedikpaşa’da da tuluattan modern tiyatroya kadar bütün gösteriler kumpanyalarca sahnelenmekteydi. Toplumun eğlence alışkanlıklarıyla birlikte, zevkleri de değişiyordu. Sadece saray çevreleri ve zenginler değil, orta halli aileler de Batı tipi lüks tüketime yöneldi. Evlerin iç dekorasyonu değişti; masa, sandalye ve koltuk gibi eşyalar evlere girmeye başladı. Yine bu dönemde yazlık ve kışlık adeti başladı. Suriçi ve Beyoğlu kışlık; Boğaz, Kadıköy ve Adalar yazlık yerlerdi.
     İstanbul’un ekonomik yapısı da bu dönemde birçok değişiklik yaşadı. Geleneksel esnaf örgütleri olan loncalar dağıtıldı ve devlet, esnafı şirketleştirmek için krediler vermeye başladı. Haliç çevresinde ve Tophane’de sanayi tesisleri kuruldu. İstanbul bu dönemde ilk kez olarak grevlerle de tanıştı. Bu yıllar Galata’nın finans alanında güçlenmesine de şahit olacaktı. Galata bankerleri artık doğrudan saraya borç veriyordu. Devlete ait tahvillerin miktarı bir borsa kurulmasını gerektirecek ölçüde çoğalmış; kurulan Galata Borsası sadece Galatalı bankerlerin değil sıradan vatandaşın da ilgisini çekmeye başlamıştı.
     Bu dönem İstanbul’unda siyasi hayat da çok hareketlenecektir. Bir taraftan Batıcılık, diğer taraftan İslamcılık ve Türkçülük akımları güçlenecek, bir Tazminat aydını grubu ortaya çıkacak; sanat ve edebiyat canlanacak; Takvim-i Vekayi, Ceride-i Havadis, Basiret, Vakit, İstikbal, Sadakad, Sabah, Hayat ve Cihan gazeteleri çıkmaya başlayacaktır. 1844’deki ilk nüfus sayımı, 1870’de yaşanan Beyoğlu ve 1872 Kuzguncuk yangınları, 1845’de ilk çiçek aşısının uygulanması ve İstanbul için bir mülk vergisinin konması da bu dönemin anılmaya değer diğer olaylarıdır.

Meşrutiyet Dönemi

Sultan Abdülaziz’in gürültülü bir şekilde tahttan indirilişi ve meşrutiyeti ilan sözü alınarak II.Abdülhamit’in tahta çıkarılışı ile İstanbul’da yeni bir dönem başlar (31 Ağustos 1876). Sultan II.Abdülhamit 23 Aralık 1876’da Meşrutiyet’i ilan etti. Ancak kısa süre sonra başlayan Türk-Rus Savaşı (27 Nisan 1877) İstanbul’u paniğe boğdu. Bu savaşta Rumeli cephesine yakınlığı nedeniyle İstanbul savaşın birçok acısını yaşadı. Kentin içinden batıya asker sevki, öte yandan cepheden gelen hastalar ve yaralılarla savaştan kaçan Rumelili muhacirler kentte birçok sıkıntıya yol açtı. Bu muhacirler sefalet içinde cami ve medreselerde ve boş alanları saran tahta ve teneke barakalarda yaşamaya çalışıyorlardı. Bütün bu yaşananlar nedeniyle, bu savaş halk arasında “93 Harbi Faciası” diye anılır. 13 Şubat 1878’de Sultan Abdülhamit, Meclis-i Mebusan’ı süresiz kapattı. 3 Mart 1878’de Rus ordularının Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar gelmesi üzerine Ayastefanos antlaşması imzalandı; uzun bir barış dönemi başladı.
     1881’de Devlet’i Osmani’nin ödenmeyen borçları için Duyun-u Umumiye kuruldu. Devletin birçok vergilerine el konulmasına rağmen yine de İstanbul’un imarı için bu dönemde önemli adımlar atıldı. Bunlar arasında yangın alanlarının ıslahı ve yerleşime açılması, Terkos su şebekesi, Hamidiye suları, havagazı şebekesinin genişletilmesi sayılabilir. Bu dönemde İstanbul büyük bir deprem felaketi de yaşadı. Halk arasında “310 Depremi” denen 1894 depreminde Suriçi çok zarar gördü. Ama büyük süratle yapım onarım çalışmalarına girişildi. Bu dönem İstanbul’unda yaşanan diğer önemli olaylar arasında 1895, 1896’daki huzursuzlukları ve 1905 ile 1906’da teşebbüs edilen iki suikasti de sayabiliriz. Birincisi başarısız olarak padişaha yapıldı; diğerinde Şehremini Rıdvan Paşa hayatını kaybetti. Diğer önemli hadiseler olarak da bir dizi resmi ziyaret sayılabilir. Bunlar arasında İran Şahı Nasıreddin ve oğlu, eski ABD Başkanı General Grant ve Alman İmparatoru II.Wilhelm’in ziyaretleri zikre değer. II.Wilhelm gezisinin anısına İstanbul’daki ünlü Alman Çeşmesi’nini yaptırtmıştır.
     Sultan II.Abdülhamit eğitim konusuyla da ilgilenmiş; birçok okul açtırmıştır. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Sanayi-i Nefise mektebi (Güzel Sanatlar Okulu), Hendese-i Mülkiye, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, Darülmuallimin-i Aliyye, Mekteb-i Fünun-u Maliye, Eczacı Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Alisi, Hamidiye Baytar Mektebi, Orman ve Maden Mektebi, Ticaret-i Bahriye Mektebi, Dilsiz ve Ama Mektebi, Kız ve Erkek Sanayi Mektepleri, Darülfünun (Üniversite), rüşdiyeler (lise) ve idadiler (ortaokullar) açmıştır. Bundan esinlenerek açılan Darülfeyz, Burhan-i Terakki, Numune-i İrfan gibi özel okulların sayısı 1900’de 30’u bulmuştur. Bunların yanı sıra Müze-i Humayun (bugünkü Arkeoloji Müzesi), Beyazıt Umumi Kütüphanesi, Yıldız Arşiv ve Kütüphanesi, Hazine-i Evrak (başbakanlık arşivi) gibi değerli kültür müesseseleri de o yıllarda kurulmuştur. Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi, Şişli Etfal Hastenesi ve Darülaceze o dönem açılıp bugüne kalmış kurumlardandır. Yine, kendi fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmayan Sultan II.Abdülhamit, bu dönemde İstanbul’un ve imparatorluğun fotoğraf albümlerini hazırlatmıştır.
     Sultan II.Abdülhamit 24 Temmuz 1908’de II.Meşrutiyet’i ilan etti ve 31 Mart Vakası’nın ardından tahttan indirilerek sürgüne gönderildi. Yerine Sultan V.Mehmet Reşat tahta geçti (27 Nisan 1909). İstanbul’un bundan sonraki dönemi Cumhuriyet’e dek savaşlar ve karışıklıklar içinde geçti. Sultan V.Mehmet’in tahta çıkışına vesile olan 31 Mart Vakası’ndan sonra İstanbullular artık meydanlardaki darağaçlarında sallanan insan görüntüleriyle sık sık karşılaşır oldular. 19 Ocak 1910’da Çırağan Sarayı yandı. Bu bir seri kötü olayın başlangıcı oldu. 9 Haziran 1910’da Gazeteci Ahmet Samim Bey suikastla öldürüldü. 6 Şubat 1911’de Babıali’de yangın çıktı. 18 Ekim 1912’de Balkan Savaş’ı başladı. İstanbul 93 Harbi’ndeki facia görüntüleriyle bir kere daha karşılaştı. 23 Ocak 1913’te Babıali Baskını oldu. Kıbrıslı Kamil Paşa hükümeti silah zoruyla istifa etti. 11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa suikasta kurban gitti. Her tarafı saran rüşvet, ahlaksızlık ve hırsızlık dalgası devlet yapısını sarsmaya başladı. Rüşvet ve hırsızlık meblağları onbinlerce altını buluyordu. Bu olan bitene Sultan V.Mehmet Reşat çok fazla müdahale edememiştir. Bu dönemin gerçek hakimi, yönetimdeki İttihat ve Terakki partisi olmuştur.
     14 Kasım 1914’te I. Dünya Savaşı başladı. Savaşın getirdiği kıtlık ve sefaletle savaşmak için resmi makamlarca tedbir alınmaya çalışıldıysa da istifçilik ve karaborsaya engel olunamadı. Kısa sürede paralarını Beyoğlu’nun balozlarında, müzikhollerinde ve restoranlarında su gibi harcayan bir savaş zenginleri sınıfı oluşmuştu. Açlık ve sefalet, yıkık dökük mahalleler ve zengin ışıltılı konaklar, dilenen sakat kalmış savaş gazileri ile kantocuların, şarkıcıların, yabancı artistlerin ayağına dökülen paralar, bu dönem İstanbul’unun tipik ve acı görüntüleridir.

İşgal ve Mütareke Yılları

I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti birçok cephede zafer kazanmasına rağmen müttefikleri nedeniyle mağlup oldu. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri’ne ait 55 parçalık donanma 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa açıklarına demirledi ve böylece İstanbul’un işgali başladı. Ama Londra Konferansı’nda kararlaştırılıncaya kadar, kıyıya asker çıkarılacak şehir topyekün işgal edilmedi. Padişah tarafından 1918 yılında feshedilen Meclis-i Mebusan, 12 Ocak 1920’de yeniden toplandı ve 28 Ocak’ta Misak-ı Milli’yi kabul etti. 4 Mart 1920’de Londra Konferansı’nda İstanbul’un işgali kararlaştırıldı. 14 Mart’ta telgrafhane işgal edildi. 15 Mart gecesi ise topyekün işgal hareketi başladı. Karaya çok sayıda asker çıkarılarak şehrin önemli noktaları kontrol altına alınmaya başlandı. Sabah erken saatlerde bir İngiliz birliği Şehzadebaşı’ndaki karargahı basarak askerlerin üzerine yaylım ateşi açtı. Öğlene doğru şehir tamamen işgal edilmişti. Öğleden sonra ise İngilizler Meclis-i Mebusan’ı bastılar. Ama Meclis-i Mebusan Padişah tarafından feshedilinceye kadar varlığını muhafaza edebildi. 11 Nisan’da kapatıldı ve 150 kadar siyası şahsiyet Malta’ya sürgün edildi.
     İşgal ve mütareke yıllarında İstanbul pek aşina olmadığı büyük gösterilere şahit oldu. 19 Mayıs 1919’da ilk kez kadın hatiplerin de konuşma yaptığı Fatih Mitingi yapıldı. Mitinge 50 binden fazla insan katıldı. Meclis-i Mebusan’ın açılışını izleyen günlerde ise Sultanahmet Meydanı’nda 150 bin kişinin katıldığı başka bir miting daha yapıldı. 10 Nisan-29 Temmuz 1922 tarihleri arasında da Darülfünun öğrenci ve öğretim üyeleri dersleri boykot ettiler. Bu dönemdeki bir başka önemli gelişme de İstanbul’da bazı gizli örgütlerin kurularak bağımsızlık için faaliyette bulunmalarıdır. Karakol Cemiyeti, Mim Grubu ve Müdafa-i Milliye teşkilatı o dönem İstanbul’undaki en önemli gizli örgütlerdi. Bunlar gösteriler düzenlemek, Anadolu’da başlayan bağımsızlık hareketine silah, asker ve cephane sevk etmek ve istihbarat yapmak gibi faaliyetlerde bulundular. Bu yıllarda İstanbul çok hareketli bir nüfus yapısına sahiptir. Bir taraftan insanlar İstanbul’u terk ederek işgal altında bulunmayan Anadolu şehirlerine göç ederken, diğer taraftan da çok sayıda insan İstanbul’a sığınıyordu. İstanbul’a göç edenler arasında, İstanbul ve halkını en çok etkileyenler, Bolşevik İhtilali’nden kaçan Rus göçmenleri oldu. Bunların toplam sayısı 200 bin civarındaydı. Rus kadınlarının kılık kıyafetleri İstanbul kadınlarınca benimsendi ve moda haline geldi. İlk kez bu dönemde İstanbullular Ruslardan etkilenerek denize girmeye başladılar. İstanbul’un gece hayatı da işgale rağmen canlandı. Kafekonserler, tiyatro kumpanyanları ve sinemalar bu dönemde yoğun ilgi çekiyordu. Barlar ve pastaneler bu dönemde meyhane ve muhallebiciye alternatif olarak kent hayatına girdi. Tüm bunlar ahlaki bir çözülmeyi de beraberinde getirdi. Bu eğlence yerlerinde çalışan Rus kadınları arasında fuhuş çok yaygınlaştı. Bu dönem için bir diğer önemli gelişme de işçi hareketlerinde ve sosyalist faaliyetlerdeki canlanmadır. Bu dönemde birçok sosyalist ve işçi kuruluşu ortaya çıktı. Grevler ve diğer işçi eylemlerinde de büyük artışlar oldu. İlk kez bu dönemde 1 Mayıs İstanbul’da düzenli olarak kutlanmaya başlandı.
     9 Ekim 1920’de Türk askerleri İzmir’e girdi. Bu olay İstanbul’un kurtuluş sürecini başlattı. 11 Ekim’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile İşgalcilerin aşamalı olarak Trakya’yı boşaltması kabul edildi. Ankara’daki TBMM 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasına karar verdi. Böylece İstanbul Ekim 1923’e kadar hukuki başkent olma özelliğini sürdürmesine rağmen, fiili olarak başkent olmaktan çıktı. 16 Kasım’da son Osmanlı Padişahı Sultan Vahideddin İstanbul’dan ayrıldı.  4 Kasım 1923’te ise işgal kuvvetleri İstanbul’u tamamen terk etti. Böylece Latin işgalinden sonraki Avrupalıların İstanbul’u ikinci işgali de sona erdi.

Meşrutiyet Dönemleri

Meşrutiyet: Hükümdarla yönetilen bir ülkede hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan hükümet biçimidir. Bir hükümdarın yetkilerini demokratik bir anayasa ile "şarta bağlamak" yani halkla hükümdar arasında bir yetki paylaşmasına gidilmesidir.


I. Meşrutiyet Dönemi (1876 - 1878)
– Tanzimat ve Islahat Fermanları, Osmanlı Devleti’nin ve toplumun yenileşmesi, çağdaşlaşması için önemli adımlar olmakla birlikte yeterli değildi. Bu belgeler, padişahın iradesiyle yayınlanan buyruklardı. Bunlara göre çıkarılması gereken yasalar da yine padişahların iradesini temsil ediyordu. Yani Osmanlı Devleti’nin yönetim biçimi yine “mutlakiyet” idi.
– Yapılan yenilikler imparatorluktan ayrılma hareketlerini önleyemiyordu. Gerçekte bu ayrılıkçı hareketler, Avrupa’da gelişen ulusçuluk akımının sonuçları olduğu halde, bazı Osmanlı aydınları, bu ayrılıkçı hareketlerin nedenini bir ölçüde haklı olarak, devletin mutlakiyetle yönetilmesine bağlıyordu.
Osmanlı aydınları: Öncülüğünü Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın yaptığı ve bizde “Yeni Osmanlılar” Avrupa’da ise “Genç Türkler” adlarıyla anılan aydınlar, imparatorluğun dağılışını önlemek için “meşrutiyet” yönetimine geçilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Başta Mithat Paşa olmak üzere bazı devlet adamları meşrutiyetin ilanıyla Avrupa’nın içişlerimize karışmalarının da önlenebileceğine inanıyorlardı.
– Mithat Paşa önderliğinde Genç Osmanlılar, meşrutiyete karşı olan Abdülaziz’i tahttan indirerek, V. Murat’ı tahta çıkardılar. Kısa sürede V. Murat’ın devleti yönetemeyeceği anlaşılınca, meşrutiyeti ilan edeceğine söz veren II. Abdülhamit’i tahta çıkardılar (31 Ağustos 1876).
– Bu sırada; Rusya’nın Panislavist propaganda ve kışkırtmaları sonucunda 1875’te Hersek’te çıkan ayaklanma önlenememiş ve Balkanlara yayılmıştı. İngiltere, Balkan sorunlarını görüşmek için Paris Antlaşması’nı imzalamış olan devletlerin katılımıyla bir konferans toplanmasını önerdi. Osmanlı, bunun kendi içişlerine karışılması olduğunu söyleyerek itiraz ettiyse de etkili olamadı ve konferansın İstanbul’da toplanması kararlaştırıldı.
İstanbul (Tersane) Konferansı: Balkan sorunlarını görüşmek bahanesiyle 23 Aralık 1876’da toplanan konferansta, Sırbistan ve Karadağ’ın topraklarının genişletilmesi, Bosna – Hersek ve Bulgaristan’da özerk yönetimler kurulması yolunda alınan kararlar, Osmanlı Devleti tarafından reddedildi. Konferans 20 Ocak 1877’de dağıldı.
– Bu durum meşrutiyet taraftarlarını harekete geçirdi. Bir kurul oluşturuldu ve bu kurul Osmanlı için anayasa görevi görecek olan Kanun-i Esasi’yi hazırladı. Kanun-i Esasi İstanbul Konferansı’nın çalışmaya başlayacağı 23 Aralık 1876’da ilan edildi. Konferansın açılışında söz alan Osmanlı temsilcisinin, artık meşrutiyet ilan edildiğine göre bu toplantıya gerek kalmadığını söylemesi, meşrutiyetin ilanı ile dış müdahalenin engellenmek istendiğinin göstergesidir. Ancak meşrutiyetin ilanı Avrupa devletleri üzerinde etkili olmadı ve konferans çalışmalarına devam etti.
23 Aralık 1876 da ilan edilen anayasa aslında özgürlükçü bir rejim getirmiyordu:
       Egemenlik kayıtsız şartsız Osmanlı ailesine aitti.
       Osmanlı vatandaşlarının siyasi parti kurma ve toplantı özgürlükleri yoktu.
        Padişahın yetkileri İslam hukuku ile sınırlandırılmıştı.
        Tek yenilik bir kanadını halkın (Mebusan Meclisi) bir kanadını padişahın (Ayan Meclisi) seçtiği bir parlamento kurulmasıydı.
        Parlamentoya yasama yetkisi verilmemişti.
        Hükümet padişaha karşı sorumluydu.
        Meclisi açma-kapama yetkisi padişaha aittir.
Sonuçta padişahın mutlak ve monarşik niteliği bu rejimde de değişmiyordu.
– İlk Osmanlı Mebusan Meclisi 20 Mart 1877’de padişah tarafından açıldı ve bu meclisin çalışmaları 14 Şubat
1878’e kadar sürdü. II.Abdülhamit, 1877’de başlayan Osmanlı – Rus Savaşı’nı (93 Harbi) bahane ederek Mebusan Meclisini süresiz olarak kapatarak meşrutiyet yönetimine son verdi.
İstibdat yönetimi: Osmanlı İmparatorluğu Avrupa devletleri arasında paylaşılırken, II.Abdülhamit’in baskıcı mutlak yönetimi gitgide ağırlaşıyordu. Söz, yazı ve toplanma özgürlükleri kaldırıldı. Basına sansür konuldu. Ülke içinde geniş bir hafiye örgütü kurularak halk, denetim ve izleme altına alındı.
Padişahın, meşrutiyet için çalıştığından kuşkulandığı herkes hapse atıldı ya da sürgün edildi. Ulusal ve yenilikçi roman ve tiyatro eserlerinin yayımlanması yasaklandı.
II. Meşrutiyete Ortam Hazırlayan Gelişmeler
-- 1889 da askeri tıp öğrencileri tarafından kurulan İttihat ve Terakki cemiyetinin meşrutiyeti geri getirme faaliyetleri
– 1908 Reval Görüşmesi’nde Makedonya’nın Osmanlı yönetiminden ayrılması için İngiltere ve Rusya’nın anlaştığı ve ilk aşamada Makedonya’da ıslahat yapılmasını istedikleri öğrenilince, İttihat ve Terakki yönetimi harekete geçmeye karar verdi.
– Cemiyet, Makedonya’nın imparatorluk yönetiminde kalması ve devletin içişlerine karışılmamasının zorunlu koşulu olarak, “Abdülhamit’in mutlakiyetçi yönetiminin yıkılmasını ve meşrutiyete geçilmesini” öngörüyordu.
– 3 Temmuz 1908’de Yüzbaşı Resneli Niyazi Bey, Yıldız Sarayı’na gönderdiği telgraflarla meşrutiyetin ilan edilmesini istedi ve birliğiyle Manastır’da ayaklandı. Bir hafta sonra Binbaşı Enver Bey de Selanik’te ayaklandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 23 Temmuz 1908’de Selanik hükümet konağını işgal etti. Ayaklanmaları bastıramayan II.Abdülhamit, aynı gün Kanun-i Esasinin uygulanacağını duyurdu.
II. Meşrutiyetin İlanı ve Siyasi Gelişmeler
II. Meşrutiyetle Kanun-i Esasi'de değişiklikler yapıldı:
       Padişahın Meclisi kapatma yetkisi zorlaştırıldı.
       Meclis üstünlüğü sistemi getirildi.
       Hükümet meclise karşı sorumlu hale getirildi. (Padişahın yürütme yetkileri kısıtlanmış, halk iradesi yürütme organı üzerinde denetim hakkı kazanmıştır.)
       Meclis padişahtan izin almadan yasa önerme hakkına sahiptir. (Padişahın yasama yetkileri kısıtlanmıştır.)
       Siyasi partiler kuruldu. (Ahrar, Hürriyet ve İtilaf, Fedakaran-ı Millet, İttihadı Muhammet ve Ahali partisi)
       Ayrıca bu dönemde sansür kaldırıldı. Siyasi suçlular affedildi.
        Uluslar arası antlaşmalar Mebusan Meclisi’nin onayından sonra yürürlüğe girecektir.
       Padişahın meclisi feshetme yetkisi zorlaştırılmıştır.
       Bu dönemde Türkçülük akımı önem kazanmaya başladı.
       Yapılan seçimler sonucunda İttihat ve Terakki Partisi en güçlü siyasi parti haline geldi.
Meşrutiyet yönetiminin ilk günlerinde iktidar boşluğu ve geçiş döneminin getirmiş olduğu kargaşalıklar sonucunda;
     •       1908 de Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti.
     •       1908 de Girit Yunanistan'a katıldı.
     •       1908 de Avusturya - Macaristan, Bosna-Hersek'i kendi topraklarına kattı.
31 Mart Olayı (13 Nisan 1909)
       Devletin dağılmasını engellemek için ilan edilen II. Meşrutiyet, yeni toprak kayıplarını beraberinde getirmiştir.
       1909 yılı başlarından itibaren II. Meşrutiyet rejimine karşı Osmanlı Ahrar Fırkası önderliğinde büyük bir muhalefet başlamıştır. Ayrıca Volkan ve Serbesti gazetesinde İttihat ve Terakkiye karşı sert eleştiriler ile halk harekete geçirilmeye çalı­şılmıştır.
       31 Mart'ta Taksim kışlasında avcı taburu askerleri kendi subaylarına karşı ayaklandılar. Meşrutiyet'e karşı olan bu topluluk pek çok su­bay, mebus ve gazeteciyi öldürmüştür.
► Hareket ordusunun kurmay başkanlığını Kolağası Mustafa Kemal yapmıştır
► İsyanı bastıran Hareket ordusu Yıldız Sarayı­na gelerek II.Abdülhamit'i tahttan indirerek yerine V.Mehmet Reşat'ı padişah ilan etmiştir. (27 Nisan 1909)

93 Harbi Osmanlı - Rusya

Osmanlı ve Rusya 1853 ile 1856 tarihleri arasında Kırım savaşını yapmışlardır. Bu savaşta Osmanlı batılı devletlerin desteğiyle galip gelmiş olsa da savaşı borçlanarak yatığı için sanayileşmeyi gerçekleştirememiş ve 1881 yılında II.Abdülhamit döneminde de borçlarını ödeyebilmek için Duyun-u Umumiye İdaresini kurmak zorunda kalmıştır. Sonuçta 10 yıl süreyle damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm gelirini iç ve dış borçlara ayırmak zorunda kalmıştır. Bu yıpranmışlığın sonunda Osmanlı toparlanamadan Rusya ile yeniden savaşmak durumunda kalmıştır.

 
  

     Osmanlı ile Rusya arasında yapılan ve Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiği için (1877-1878) 93 Harbi olarak bilinen bu savaş sonunda Rusya, doğuda Kafkas cephesinde, batıda balkan cephesinde Osmanlı'yı yenerek Ayastefanos antlaşmasını imzalamak zorunda bırakmıştır.  Kafkas cephesinde ilk zamanlar Gazi Muhtar Ahmet Paşa kısmi başarılar elde etmişse de bu başarı kalıcı olamamış daha sonra geri çekilmek zorunda kalmıştır. Neticede 1 yıl süren savaş sonrasında Ruslar batıda Yeşilköy’e kadar ilerlemişlerdir. Batılı devletler bu savaş boyunca tarafsız kalmışlarsa da Ayastefanos Anlaşması hükümlerinden rahatsız olmaları üzerine bu anlaşma uygulanamamış ve Berlin Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti çok fazla toprak kaybetmiş, Balkanlardan Anadolu’ya büyük göçler yaşanmıştır.
     Aslında her iki savaşın gerekçeleri de benzerdir. Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkların hakları bahane edilerek Osmanlı sıkıştırılmış, sürekli taviz vermeye zorlanmış, direnç gösterdiği zamanda işin sonu savaşmaya gitmiştir. Kırım Savaşı sonrasında ilan edilen Islahat Fermanı ile yapılan reformlar da dış güçleri tatmin etmemiştir. Özellikle Rusya’nın Çarlık dönemindeki genişleme hareketleri sonucunda Osmanlıya karşı düşmanca davrandığı aşikârdır. Osmanlı, Rusya ile 1. Dünya Savaşı’nda bir kez daha savaşmak durumunda kalmıştır. Belgeler, 93 Harbinden sonra Rusya’nın işgali altında bulundurduğu yerlerde tahkimat yaptığı ve savaş hazırlığı içinde olduğunu göstermektedir. Bu da doğal olarak Osmanlı'nın Rusya’nın yaklaşımını bildiğini ve tedbirli olmaya çalıştığını göstermektedir.
     Rusya’nın bu dönemde Osmanlı'nın güçsüzlüğünü de bilerek iç işlerine müdahale etmeye çalıştığını ve Karadeniz'de şimendifer hattı yapımının kendi sermayedarlarına verilmesi için muhtıra bile verdiği bilinmektedir. Osmanlı da bu durumuyla paralel olarak istemeye, istemeye muhtırayı almak zorunda kalmıştır. Devletler güçlü olmadıkları zamanlarda kendinden güçlü devletlerin çeşitli taviz taleplerine karşı koymakta zorlanmaktadır.  Bu güç yapısı ve dengesi sadece askeri olmayıp, ekonomik ve sosyal yapıyı da kapsamaktadır.

Sultan Mehmet Vahdettin

2 Şubat 1861'de İstanbul'da doğdu. Osmanlı Devleti'nin 36. ve son sultanı, 115. İslam halifesidir. Sultan Vahdettin'den sonra Padişahlık kaldırılmış, fakat İslam Halifeliği saltanatı Abdülmecit tarafından devam ettirilmiştir. Sultan Abdülmecid'in 8. oğlu ve kendisinden önce tahta geçen V.Murat, II.Abdülhamit ve V.Mehmet Reşat'ın küçük kardeşidir. Çok küçük yaşta anne ve babasını kaybetti. Sultan Abdülmecit'in ikballerinden Şayeste Hanımefendi tarafından büyütüldü. Tahta geçiş sıralamasında çok aşağılarda olduğu için gözden uzak bir yaşam sürdü. Gençlik yıllarında gizlice medrese derslerini takip etmiş, bu özelliği ile tahta çıktıktan sonra kendisine arz edilen şer'i konulara müdahale edebilecek derecede yetkinleşmiştir.

     Ağabeyi II.Abdülhamit'in uzun padişahlığı sırasında, Çengelköy'de mimar Alexandre Vallaury'ye yaptırdığı köşkünde münzevi bir hayat yaşadı. Diğer şehzadeler hakkında padişaha jurnal yazmakla suçlandı. Mehmet Reşat tahta geçtiğinde, Sultan Abdülaziz'in oğlu Yusuf İzzeddin Efendi veliaht oldu. Yusuf İzzettin'in 1 Şubat 1916'da bir yurt dışı seyahatine çıkacağı gün henüz aydınlatılamayan bir şekilde intiharı üzerine Vahdettin veliahtlık makamına yükseldi. 1917 Aralık ayında yaveri Mustafa Kemal Paşa eşliğinde beş haftalık Almanya seyahatine çıktı. 3 Temmuz 1918'de Sultan Reşat'ın ölümü üzerine 57 yaşında tahta çıktı. Tahta çıkışından kısa bir süre sonra şöyle dediği anlatılır:
"Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz."
     1918 yazında ordu ve donanmaya bir Hatt-ı Hümayun göndererek Başkomutanlığı üzerine aldığını bildirdi. Devlet yönetiminde aktif bir rol alacağının işaretlerini vermişti ancak iki büyük sorunla karşı karşıya idi: bir yandan, bir felakete dönüşen I. Dünya Savaşı'nı en az hasarla sona erdirmek; öbür yandan, 1913'ten beri imparatorluğa egemen olan İttihat ve Terakki rejimine karşı bir siyasi alternatif oluşturmak. Tahta geçer geçmez, İttihat ve Terakki önderliğine muhalefetiyle tanınan Mustafa Kemal Paşa'yı Suriye Cephesi kumandanlığına atadı. 8 Ekim 1918'de savaşın kaybedileceğinin anlaşılması üzerine Talat Paşa başkanlığındaki İttihat ve Terakki kabinesi istifa etti. Yerine Ahmet İzzet Paşa başkanlığında bir kabine kuruldu ve bu kabine savaşı bitiren Mondros Mütarekesi'ni 30 Ekim 1918'de imzalandı. İzzet Paşa'nın "artçı" kabinesinin de sadece 25 gün süren iktidardan sonra istifası üzerine Padişah diplomat Ahmet Tevfik Paşa'yı 13 Kasım'da sadrazamlığa getirdi.
     Kurtuluş Savaşı 9 Eylül 1922'de İzmir'in Kurtuluşu ve 13 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi ile sona erdi. Bu sırada İstanbul henüz İtilaf Devletleri'nin askeri işgali altındaydı. 6 Ekim'de TBMM ordusunu temsilen Refet Bele komutasındaki bir askeri birlik İstanbul'a girdi. Bu günlerde basın organları Vahdettin'in aleyhinde geniş çaplı ve kamuoyunda etki yapan yayınlarda bulundular. Padişah Vahdettin'in Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında ölüm fermanı imzalamasının ve Milli Mücadele karşıtı tavırlarının, son padişahın vatan haini olduğunu açıkça göstermekte olduğunu düşünen halk arasında bazı gruplarca hakaret ve tehdit içeren gösteriler yapıldı. VI.Mehmet Vahdettin'in 11 Nisan 1920 tarihli kararname ile başlayan girişimleri, "isyan" kavramının da ötesinde iç savaş girişimi olarak kabul edilmiştir.
     
1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi, çıkardığı iki maddelik bir kanunla saltanatı kaldırdı. 4 Kasım'da son sadrazam Ahmet Tevfik Paşa istifa etti. 5 Kasım'da Refet Paşa, Babıali'deki bakanlıklara gönderdiği bir genelgeyle işlerine son verildiğini tebliğ etti. 17 Kasım sabahı Sultan Vahdettin, küçük oğlu Mehmet Ertuğrul ve hareminin mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayından bir kayığa binerek Boğaziçi'nde demirlemiş olan HMS Malaya adlı İngiliz zırhlısı ile Malta'ya gitti. İngilizler Vahdettin'in İngiltere'ye gelmesini kabul etmediği için devrik padişah bir süre Malta'da kaldı. 1922 sonunda Hicaz kralı Hüseyin'in daveti üzerine hacca gitti. 20 Nisan 1923'e dek Hicaz'da kaldı. İngiltere'nin baskısı üzerine buradan ayrıldı. Bir süre İtalya'nın Cenova kentinde yaşadı. 11 Haziran 1923'te San Remo kasabasında Mısır kraliyet ailesinden bir prensin maddi yardımıyla kiralanan bir villaya taşındı. Bu dönemde başlangıç bölümünü kendi el yazısıyla yazdığı, kalan bölümlerini yakınlarına dikte ettirdiği anılarını kayda geçirmiştir.